1 Aralık 2012 Cumartesi

Sometimes

Bazı zamanlar oluyor. Çok kötü oluyor.
İlk önce bunu açıyorum -- http://rainfor.me/
Daha sonra bunu açıp sesini kısıyorum biraz -- http://www.youtube.com/watch?v=ifGkCN93Fxg
Sonra bunu açıyorum -- http://www.youtube.com/watch?v=HWqKPWO5T4o

Sonra bi sigara yakıp, bi fotoğrafın var çok sevdiğim, onu açıyorum...

Özlüyorum...

Not: biliyorum hiç bir zaman okumayacaksın ama, bi yazım yanlışı yapmışsın, ikinci paragrafta "hatyatım" yazıyor...

23 Kasım 2012 Cuma

Çürük yumurta


Dinlenecek şarkı.




Sırtımda bir eksiklik var. Bunu hissedebiliyorum. Belki de kuş olmam gerekirdi, uçmam gerekirdi belki de. Bilmiyorum. Bu sıralar bilmediğim çok fazla şey var. İnsanları tanıyamıyorum, onlara güvenemiyorum. Aitlik duygum olmasın istiyorum. Kendimi bir grubun içine dahil etmek zorunda kalmamalıyım. Kanatlarım olmalı. Uçmalıyım. Canımın istediği her yere. Özgürlük duygusu değil bu. Sadece kaçmak istiyorum. Gittiğim yeni yerlerde herşey daha güzel olmayacak. Buna eminim. Ama bir söz vardı çok sevdiğim bir filmden.* "Varoluşun acısını, varoluşun sayısını arttırarak dindirmek." İşte böyle olması gerektiğini düşünüyorum belki de. Bu yüzdendir sanırım bu kadar çok "gitmek" isteğim. Gitmek istiyorum buralardan. Belki de başka bir gezegene. Ölmek istiyorum belki de ki sanırım yalnızca bu durum beni yapmacık olan herşeyden uzaklaştırabilir. Yine bir alıntı yapacağım. "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir." Evet ölüm. Çok ciddi bir kelime. Söylerken bile bir kasvet kaplıyor insanın içini. Dedim ya, ölmek gerekli belki de. Ama kimi kandırıyorum ki. İntihar edecek kadar güçlü değilim. Bu korkumun üzerine çok düşündüm. Bu tıpkı bisiklete binmek gibi. Belki de bisiklete binmek çok zevkli ama düşmekten korktuğumuz için binemiyoruz. Ölümden dönen de olmadı ki desin bize çok güzel diye. Şu an fark ettim yine çorba yaptım kelimeleri. Benim yazdıklarımı çoğu zaman benden başkası anlayamıyor. Yeterince açıklayıcı değilim belki de. Kabiliyetim eksik bu konuda ama ciddi anlamda bu sorunu aşmak için uğraşıyorum. Söyleyecek çok fazla sözüm var ve çok heyecanlıyım bunları anlatmak için. Bu sebeple herşey karışıyor birbirine. Bir konuda çok büyük bir acizliğim var. Belki de hayatı sevmiyorum. Hayatı sevip sevmediğime emin değilim ama hayatın ne kadar güzel ve ne kadar yaşanmaya değer olduğunu söyleyenlerden nefret ediyorum. Suratlarının ortasına bir tane geçiresim geliyor. Buradan çok net bir biçimde söylüyorum. İhtiyacım var, muhtacım. Beni anlayan birinin dostluğuna, arkadaşlığına, benimle birşeyler paylaşmasına ihtiyacım var. Kimi kandırıyorum ki, bu asla olmayacak. Sanırım egomla yaşadığım bir sorun bu. Kimseyi yeterli görmüyorum. Ama ya değilse. Ya sorun benim egomda değilse ve cidden bu güne kadar yeterli birini görmediysem. Dedim ya. Bilmiyorum.

* - Bukalemun (Kısa Film)

14 Ekim 2012 Pazar

Yapılacak işler

Dinlenecek şarkı



Bu şarkı değil.


Yapılacak bir sürü iş var. Uzuuuunca bir süre önce rap yapıyordum. Sonra bıraktım. Ardından bişey oldu bi şarkı daha kaydettim ama hiç yayınlamadım. Aslına bakarsanız hep böyle oluyor. Bir işe başlıyorum, uğraşıyorum ve bitiriyorum. Daha sonrasında ise evet ben bunu bitirdim şimdi insanlarla bunu paylaşmanın ve benim sosyal statüme bir iş daha eklemenin vakti diyorum kendimce. Ama lanet olsun ki bu bir türlü olmuyor. Tam o son anda bir şeyleri eksik hissediyorum. Bir mutsuzluk sarıyor içimi. Yani Lebowski'yi düşünün (yaşlı olanı değil, benim bahsettiğim the dude).

Bilmeyenlere "Lebowski (The Dude)" figürü



Aslında pek olumsuzlukları umursamayan biriyim. Fakat hayatımın içerisinde daha doğrusu kendi içimde de bir "Walter" olduğuna eminim, onu da sevmiyorum.  Belki de o "Walter" Karakteri olmasa ben kendimi "Dude" olarak nitelendirmem. Kendimi de neden "Dude" olarak nitelendiriyorsam artık. Her neyse gelelim içimde ki walter konusuna. Bir zamanlar ki bu zamanlar pek uzak değil, iki farklı insan gibiydim. Bi gün 2x2 = 5 derken diğer gün 6 diyordum ve diretiyordum. Gariptir ki kendiliğinden azalmaya başladı bu çift kişilik durumu. Blog yazmaya başlamamın temel sebebi ikinci kişiyi buraya aktarmak onun yaşayabileceği tek yeri bura yapmaktı ki bu konuda pek başarılı olduğum söylenemez. Gerçi hiçbir konuda pek başarılı olduğum söylenemez. Bugüne kadar çok hata yaptım. 

Bilmeyenler için "Hata yapan insan" Figürü


Aile, sevgili, uyuşturucular vesaire. Ancak hiç bir zaman  (ya da öyle sanıyorum) dıştan mutlu bir kişi profili çizip iç dünyamda karamsar olmadım. Üzgünsem de mutluysam da kafam iyiyse de aptallık yapıyorsam da bilerek ve bundan zevk alarak, bu hissi tam anlamıyla yaşayarak ve kendi isteğim dahilinde gerçekleşmesini sağlayarak tatmin oluyorum. Egoist miyim, bencil miyim? Her insan egoya sahiptir ve her insan belli miktarda bencildir. Ben egomu iyi biri olmaya yönlendirdim kendi içimde. Fakat daha önce ki yazılarıma bakarsanız iyi biri olmanın kendimce nasıl birşey olduğunu kavrarsınız. Herneyse o konulara girmek mantıksız, zira mantığımız pek bir işe yaramıyor günümüzde ya ona da neyse. Dediğim gibi yapılacak bir sürü iş var. Örneğin bunlardan biri kurban bayramından sonra Merve Akpulat'ile buluşmak. Gelelim Merve Akpulat'ın kim olduğuna. Kendisi ile tanışmam günümüzden 8 ila 9 yıl öncesinde idi. O zamanlar hayat bilgisi diye bir dizi vardı ve Merve'yi orada ki beton karakterine benzetirdik o yüzden Beton Merve'ydi o.


Bilmeyenler için "Beton Ayşe" Figürü




 Bi de yanlış hatırlamıyorsam deri eldivenleri vardı aynı o dizi de ki kızın eldivenleri gibi. Her neyse bunlar gereksiz bilgi sınıfında. Merve 165 boylarında.. Bi dakika böyle değil, bahsetmek istediğim bu değildi. Merve benim bi arkadaşım ve onu severim, aslına bakarsanız pek fazla görüşmüşlüğümüz de yoktur bu toplam 8-9 yıllık süreçte. Sanırım en yakın olduğumuz dönem Lise'nin 3.Sınıfıydı (Benim 3, onun 4.sınıfı <1 yıl kaldım ben>) o dönemler tabi bi garipti, yani içimde ki "Walter"In haşin dönemleriydi ve ben kendimi çok üzgün hissediyordum. Hani klişe bir söz vardır ya "Küçüklüğümüzde anne babamızdan sevgi görmediğimiz için her başımızı okşayanı aşk sandık" diye. İşte o durumu yaşamıştım o dönem içerisinde. Ama gerçek bir his olmadığını ve arkadaşlığımızın devam etmesinin gereğini daha sonra anladım. Gerçi Merve'nin benimle o dönem muhabbeti kesmesi de etkili olmuştu anlamam için ya neyse. Sadede gelelim. Okumuyorum, çalışmıyorum, bu yazıyı yazdığım dönem içerisinde boş gezenin boş kalfasıyım anlayacağınız.


"Boş gezen" Figürü



 Ve bu dönemimde yanımda yine Merve var. Sakın yanlış anlamayın, herkes gitti bi Merve kaldı yanımda demiyorum kesinlikle. Benim bahsettiğim Merve ile konuşmanın değerinin bu dönemde daha açık biçimde anlaşılması. Tabi benim açımdan (kimin açısından olucak ülen). Kurban bayramı varmış sanırım o zaman gelicek Merve. O zaman görüşücez. Bu yazı burada bitiyor. Bu arada 3 hafta önce cüzdanımı kaybettim, para ve kartlar değil de içinde bir sürü hatıralık vardı onlar gitti ona çok üzüldüm.

Bunlar da bir sürü pelikan

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Haftasonu Anarşistleri


Haftasonu Anarşistleri.

Yine bi “yazıya nasıl başlasam” sendromu yaşıyorum. Her seferinde de bunu yapıyorum çok rahat oluyor. Her neyse bu yazı da bahsetmek istediğim şey siyasi kimlikler.(sol)

İlk siyasi kimliğimizi koyalım ve başlayalım.

Sosyalistler
Kendileri garip bir türdür. Genel bir SSCB ve KÜBA özentiliği barındırırlar. Subcomandante Marcos'u seven ve onu kendine örnek alan ama ne yapmıştır ne etmiştir bilmeyen tipleri de mevcuttur. Bir gariptir ki bu sosyalistler ne yapmak istediklerini bilmezler. En azından devrim yapmaya çalışmadıklarına eminim. Sokaklarda bildiriler dağıtılır, odalarda toplantılar yapılır liselerin, üniversitelerin sorunları tartışılır. Merkezden gelen emirler(!) uygulanır falan derken ömürleri bu şekilde geçer. Genelde Sosyalizme duyulan sempati 14 yaşında başlar 24 yaşında biter.

Komünistler.
Bunlar da bir garip. Lakin komünizm'i sosyalizm sanarlar genelde. Dünya üzerinde komünist bir insan yoktur, var olamaz. Komünizm sosyalizmden farklı bir olgudur. Açıklamaya uğraşmayacağım.

Koministler.
Henüz kelimenin nasıl yazıldığını bile bilmeyen internet solcuları.

1 Mayıs Anarşistleri
Her 1 mayısta ve her eylemde ortaya çıkıp amaçsızca yakıp yıkarak bilinçsiz halka “neden demokrasiye ihtiyacımız var?” sorusunun cevabını veren bir tür.

Haftasonu Anarşistleri
Kendilerini Anarşist diye nitelendirip aylık gelirleri 1000-3000 lira arasında değişen, her lokantadan yemek yemeyen. Haftasonu geldiğinde dağlık araziye gidip 300 liralık çadırda kalıp, toplamda 2 gün içerisinde 100 lira parayı ota boka harcayan ve sistemi kalkındıran tiplerdir. Kendilerine Anarşist diyerek sosyal mastürbasyon peşine koşarlar, kendilerini tatmin ederler.

Poser Anarşistler
1 Mayıs Anarşistlerinden küçük bir kesim ile Haftasonu Anarşistlerinden bir kesimin çiftleşmesi sonucu ortaya çıkan, barlarda karı kız kaldırmak ve kendini ortama kanıtlamak için Anarşist olduğunu söyleyen, çirkin, pis, terbiyesiz angutlardır. Görüldüğü yerde başı ezilmelidir bunların.

Not: Yazının başlığı Özgür abimin anlattığı bir anısından ortaya çıkmıştır. Bu aralar bir hayli yoğun olduğum için böyle bir özet geçtim yakında daha detaylı bir biçimde yazıya devam edeceğim. Saygılarımla.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Swag

Genel sorunumuzun şu olduğunu düşünüyorum; eskiden var olan sistemleri kötü görüp kendi oluşturduğumuz dandik sistemlere iyi gözüyle bakmak. Örneğin evlilik kurumu. Evlilik de değil aslında bahsetmek istediğim şey. Basit yahu "ilişki". Gözümüz devamlı dışarıda olduğu için herkesin gözünün dışarıda olduğunu düşünerek yaşıyoruz. Yolda kısa etek giyen bir kız gördüğümüz zaman tecavüz edicek gibi baktığımız için sevgilimizin kısa etek giymesini istemiyoruz. Onu o haliyle, insanların ne söyleyeceğine aldırmadan sevemiyoruz. Aşık olduğumuz özelliklerini sahip olmak için değiştirmeye çalışıyoruz. Bu sahip olmak lafını yanlış anlamayalım. Bahsettiğim aitlik duygusu değil, zira kalmadı öyle birşey. Benim bahsettiğim şey kendimizi efendi, karşımızdakini köle yapma girişimi. (Eğer acayip derecede pasif bir kişiliğiniz varsa ve kendiniz köle olmak için uğraşıyorsanız sizden de bahsediyorum.) Sevgilimizin kendine özgü olan görüşlerini, tavırlarını, davranışlarını, ona bağlanmaya başladıktan sonra ortadan kaldırmaya çalışmak kendimizden birtane daha yaratmaya uğraşmaktır aslında. Günümüzün modası ve popüler sözcüğü SWAG oldu ya. Hani herkesin bir tarzı var ve herkes kendine özgü ya, kendi özgünlüğüne o kadar düşkün ki bu insanlar kendilerinden bir tane daha yaratabilmek için diğer insanların özgün davranışlarını kendilerince aşk, bağlılık, sevgi gibi kelimeleri kullanarak yok etmeye ve belli bir standartizasyon içine girmeye teşebbüs ederler. Ayrıca kendi tarzlarına yakın bulunmayan ve bu tarzı beğenmeyen insnları da sevmezler. Ne kadar da garip. Özgün olmayı yanlış anlamış insanlar bunlar.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Radyasyonlu Bülbüller


Radyasyonlu bülbüller

DIO'nun bu şarkısı çok şey anlatıyor yahu. (Yazının sonuda türkçe çevirisini bulabilirsiniz)
İtiraf etmem gerekir ki son dönemde inanılmaz derecede büyüdüm. Böyle bir şeyi beklemiyordum ama ne yapalım sonuçta "zaman hiç bir şey öğretmez, tecrübeler öğretir" diye bir söz var. Bir insanın daha da büyüyebilmesi ve tecrübe kazanabilmesi için devamlı olarak acı çekmesi mi gerekiyor? Sanırım evet. Peki güçlenince, büyüyünce, olgun biri olunca ne oluyor. Hiç bir şey. Yanlızca etrafınızda ki insanlar size hayranlıkla bakıyor. (En has acıları çeken ve o olgunluk seviyesinin en üst noktasında duran, tanıdığım bir kişiye hayranlıkla bakıyor, önünde saygıyla eğiliyorum.) Bu acıların çekilmesinin sebebi ne acaba? Bir çok insan olgun olmak ister özellikle de çocuksu yaşayanlar. Çünkü isterler ki biri gelip onlara çektikleri acıları sorup bunların karşısında saygı göstersin. Yani cidden böyle değil mi?

Örnek olarak Fatih adında birini verelim. Fatih bey çocuksu ve umursamaz davranan biri olsun. 100 tane Fatih gördüysek bunların 99'u birazdan anlatacağım tiptedir. Bizim Fatih bey, kendisini her ortamda gizliden gizliye belli etmeye çalışan, sorunu olan insanlara yardım etmeye çalıştığını söyleyen ya da onların bu tip şeyleri neden sorun ettiğini anlamadığını söyleyen tipte bir insan. Fatih beyin asıl amacı ciddi anlamda rock'n roll kafası ya da boşvermişlik değil. Fatih beyin asıl amacı kendisinin sorunlara nasıl göğüs gerdiğini, onları umursamadığını ve yaşamını mutlu bir şekilde sürdürdüğünü diğer insanlara göstermek. e şey pardon yani diyecektim ki asıl amacı; diğer insanlarla sidik yarıştırmaya çalışarak kendini aptallaştırmak. Bu sayede insanlar Fatih beyin en ufak probleminde başına toplanacaklar çünkü düşünecekler ki eğer Fatih gibi biri üzgünse bu çok büyük bir sorun olsa gerek. İşte böyle bir popülarite çabası var bizim Fatih'in.

Bir diğer arkadaşımız ise Melis olsun. Melis sürekli olarak iyilik yapan biri.(!?)
Melis kendini dış dünyanın kötülüklerinden arındırmış, insanlara iyilik yapmayı seven, çok sinirlenmemeye çalışan ya da sinirli bir yapısı olsa da arada sırada bunu reddeder şekilde konuşmalarla kendi içini rahatlatan, o küçücük egosunu tatmin eden bir kişi. Geçenlerde bir resim dolaşıyordu ortalıkta, baya bir aradım da bulamadım, neyse. Resim de madde madde "iyi bir insan'ın özellikleri" yazıyordu. İlk maddesi biraz tezatlık oluşturuyor. "Madde 1: İyi bir insan ben iyiyim demez" Ne yazık ki Melis de bu resimi profilinde "Ya işte beni anlatıyor" diyerek paylaşmıştı. İşin garibi tanıdığım 100 kişinin 96'sı falan benzer yazılarla profillerinde bunu paylaşmıştı. E hani Melis iyi biriydi? Demek ki değilmiş. O da popüler kültür etkisinde kalmış ve kendine iyiyim diyerek egosunu tatmin edince cidden iyi biri olduğunu sanan asalaklardan birine dönüşmüş. Oysa ki konuşmasına bakılırsa nirvanada falan olmalıydı.

Bilmeyenlere nirvana tasviri


Peki böyle olmuyorsa nasıl olur iyi bir insan?
Bir kere benim görüşüme göre iyi bir insan yoktur. Yol'u bitiremezsin, o yolun sonu yok. Belli bir noktada ölürsün ve eğer bir yargı sistemi varsa seni kat ettiğin yola göre yargılar. O yüzden yolun sonuna geldim diyenler bence yalancı. O kadar kötü zamanlarda yaşıyoruz ki kimin nasıl olduğunu anlayamıyoruz. Çünkü kötü insanlar, yaptıkları onca şeyden sonra kendilerine iyi dediği ve reklamcıları da sağlam olduğu için çoğu insan onların iyi olduğunu ve o şekilde yaşamanın iyi biri olmak olduğunu sanıyorlar.

Madde 1
Bir insanı kullanıyorsan yolda geriye doğru koşuyorsun demektir.

"Ulan itne o kadar yazıyorsun da sen nası bi boksun!?" demek en doğal hakkınız. Savunmamı bir filmden alıntıyla yapacağım. Pulp Fiction'un en baba karakteri olan (Bence) Jules (Nam-I diğer The Bad Mother Fucker) filmin sonunda onu soymaya çalışan hırsıza silahını doğrultur, masaya oturtur ve konuşmaya başlar.

Bilmeyenlere Jules tasviri

"Ezekiel 25:17
Erdemli kişinin yolu kötü kişilerin zorbalıkları ve bencilikleri ile doludur. Karanlıklar Vadisi'nden geçerken kardeşlerine çobanlık eden kişi kutsanmıştır. Kayip çocukların kurtarıcısı ve hamisi odur. Kardeşlerimi yok etmeye ve zehirlemeye çalışanlardan büyük öfke ve güçle intikam alacağım. Senden intikam aldığım vakit adımın Tanrı olduğunu öğreniceksin.

Bu zırvaları yıllardır söylüyorum. Ve bunu duyduysan, nalları diktiğin anlamına gelirdi. Ne anlama geldiğini hiç düşünmemiştim. Sadece götüne mermiyi sıkmadan önce götverenlere söylenecek havalı bir saçmalık olduğunu düşünürdüm. Ama bu sabah iki kez düşünmeme neden olan bir olaya şahit oldum. Şimdi düşünüyorum da bu belki senin kötü biri olduğun benim de erdemli biri olduğum ve elimdeki Bay Dokuz Milimetre'nin de Karanlıklar Vadisi'nden geçerken erdemli kıçımı koruyan çoban olduğu anlamına geliyordur. Ya da şöyle de olabilir sen erdemli birisin ve ben de çobanım kötü ve bencil olansa dünyanın kendisidir. Böylesi hoşuma giderdi. Ama bu saçmalık gerçek değil. Gerçek şu sen acizsin ben de kötülerin zorbalığıyım. Ama çabalıyorum, Ringo.Çoban olmak için gerçekten çok çabalıyorum."

İşte ben de Jules misali çabalıyorum. Size de yolda keyifli yürüyüşler.

Söz verdiğimiz gibi şarkının Türkçe sözleri.

Yabancılarla Konuşma (Don't talk to strangers)


Yabancılarla konuşma sakın
onlar sadece sana zarar vermek için oradalar.
Sakın yıldızların ışığında yazı yazma
çünkü sözcüklerin gerçeğe dönüşebilir.

Sakın saklanma kapı eşiklerine
ruhunun kilidini açan anahtarı bulabilirsin.
Cennete gitme sakın
Çünkü cennet gerçekte cehennemin diğer adıdır.

Çiçekleri koklama sakın
çünkü aklını kaybetmene yol açan kötü ilaçlardır onlar.
Sakın kadınları düşleme
onlar sadece üzerler seni.

Hey sen, sen beni tanıyorsun, bana dokundun, ben gerçeğim
ben, senin sonsuza kadar bakacağın ve göreceğinim.
Dokun bana
ben tehlikeyim, ben yabancıyım.

Ve karanlığım, öfkeyim, acıyım, efendiyim
beyninin içinden söylediğin şeytani şarkıyım,
seni deliye çeviren
konuşma!

Onların beyninin içine girmesine izin verme
kaç buradan, git!
Canını koru.

Karanlıkta dans etme
tökezleyebilirsin ve emin ol düşebilirsin.
Sakın yıldızların ışığında yazı yazma
çünkü sözcüklerin gerçeğe dönüşebilir.

Yabancılarla konuşma sakın
onlar sadece sana zarar vermek için oradalar.
Sakın kadınları düşleme
onlar sadece üzerler seni.


Bonus laf: Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti, İyi İnsanlar iyi atlara binip gitti. Necip Fazıl Kısakürek

Ekstra not: Yahu şu instagram'ı kim icat ettiyse ellerinden öpmek lazım. Kimle ne seviyede konuşmam gerektiğini görmemi sağladı.
Aziz Murat YILDIZ 09/07/2012 - 03:35

8 Haziran 2012 Cuma

Afk İken


Ab-I hayat ile Bab-I esrar arasında bir yerde.
Ne çok şaşalı ne de çok sade bir at üstünde.
Gözlerim ellerimde kulaklarım ağzımda
Dünya dönüyor hala benim nesy zihnimde.
Ve rujunu düşürdü elinden geyik.
ve ruj ve kuş ve bir dolu Ferş'ler
Uçuyorken an üzerinde anında bir yankıyla.
Ben kalkıp kadife bardağımdan kurtuluyorum birden.
Şevk edilmişim yere bir kere. kanatlarım yansa ne değişir.
Devam edecektir benden sonra da uçmamazlık.
Ölsem miras kalır size içi boş dışı hoş bir sandık.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Papatyalarla Savaşım

Ayaklarımın altında acımasızca ezdiğim ufak çakıl taşları rahatsız ettiği için yerimi değiştirmiştim. Müziğin sesi kısıktı ama dinleniyordu. Hava kararalı 20 dakika olmuş hafiften esen rüzgar vücudumu okşayarak geçerken elimde ki sigarayı aşağı düşürdü. Rüzgara dayanamadı sigara ve yere düşmesi tam 5 saniye sürdü. Bitmek üzere olan bir sigara izmariti için önemli bir zaman dilimi. Daha önce hiç insanlara böyle bakmamıştım. Az önce yere düşen sigara izmariti kadarlar. Herkes bi telaş içinde biyerlere ilerliyor. Acaba bişey mi oldu diye bir soru belirdi kafamda. Saat 20:52. Bu saatte neden bu kadar telaşlı bu insanlar. Daha sonra telaşlı yürüyenlerden biri olan sarı gömlekli bir çocuk bir anda durdu. Tam olarak Benim durduğum yerin aşağısındaydı ve birden bana döndü bakışları. O durunca etrafında ki diğer insanların telaşında bi azalma gördüm. Arabalar yoldan çıkmaya başladı, geri dönüyorlardı. Az önce nerdeyse koşarak sol tarafa doğru ilerleyen yaşlı bir amca geri döndü ve inanılmaz yavaş bir biçimde o ve geriye kalan tüm telaşlılar çocuğun durduğu yere doğru ilerledi. Anlam veremediğim bir ışık hüzmesi arkamdaydı ve aşağıyı aydınlatıyordu. Neden bu kadar insan aynı yere toplanmıştı. Binanın balkonlarına bakmaya çalıştım acaba orada mı bişey oldu. Lanet olsun insanlar balkondan bana doğru bakıyor. Gözlerinden çıkan enerjiyi bütün damarlarımda hissedebiliyordum. Bir an da birşey oldu. Aşağıda ki kalabalık anlam veremediğim bi biçimde papatya tarlasına dönüştü. Bütün binaların yerini kocaman ağaçlar aldı. Eskiden kilise’nin olduğu yerde Kasımpatı çiçekleri vardı. Ben ormanda ki en büyük ağacın üzerinde ayağa kalkmış ve ellerimi iki yana doğru açmıştım. Çıplaktım ve kendimi çok özgür hissediyordum. Arkamdan yumuşak bir rüzgar geldi ve o rüzgarla kanatlandım, papatya tarlasına doğru yumuşak bir inişe geçtim. Yaklaşık 20 saniye sürdü inişim. Herşeyin yavaşladığını görebiliyordum. Uçan kuşlar engin denizlerde ki minik dalgalar gibi kanat çırpıyorlardı gök yüzünde. Papatyaların süslediği ve arkamdaki ışıkla aydınlatılmış olan bu düzlüğe inerken ışığa doğru döndüm ve gözlerim kamaştı ışıktan. O kadar parlak bir ışıktı ki o, artık tamamen kapalıydı gözlerim. Yine de hissedebiliyordum kollarımın ve bacaklarımın arasından geçen rüzgarı. Sonunda yere indim ve papatyalar birer mayın gibi patladı. Hatırladığım son şey buydu. Gözlerimi açtığımda bi ağaç oyuğunun içindeki damarlardan birinin üzerinde uzanırken gördüm kendimi. Yanımda bi sincap vardı ve solumda ki ses çıkaran kestanelerle ilgileniyordu. Yavaş yavaş ağaç oyuğu soğuk duvarlara dönüşmeye başladı. Üzerine yattığım bir ağacın damarı değil bir hastane yatağıydı suratımda ve vücudumda yapraklar olduğunu sanıyordum oysa ki onlar az önce kestane sandığım yaşam ünitesinin besleme cihazlarıymış. Sincap bir an da hemşireye dönüştü. Konuşuyordu “Belinle beraber tam 14 kemiğini kırmışsın ama iç organların zarar görmemiş, şanslı adamsın” İşte o an tüm hikaye daha berrak bir şekilde gözümün önüne gelmeye başladı. O gün Jamie Lull’ile birlikte bir çay bahçesinde kahve içiyorduk. O bana itiraflarda bulunmaya başladı ve ben tüm yaşantımı bağladığım Jamie Lull’un aslında beni kullandığını öğrendiğimde cüzdanımı kasaya doğru fırlatarak eve kadar koşmuştum. Bulduğum bir şişeyi içki sanarak yanıma almış ve çatıya çıkmıştım. Eve girerken çıkardığım ayakkabılarımı evden çıkarken giymediğim için çatıda ki çakıl taşları ayağımı acıttı ve ben de çatının duvarına çıkıp bir sigara yaktım. Aşağıdan bir rap çetesi geçiyordu son ses müzik açmışlardı onları görmeye çalışırken düşecek gibi oldum ardından dengemi sağladım ama sigaram düştü ardından arkamda ki reklam tabelası beni aydınlatmış olacak ki yolda beni gören herkes olduğum yere doğru koşturmaya başladı bir elimde ispirto şişesi vardı diğer elimle onlara hareket çekiyordum. Bir Kartal olup kaçmak istedim bu diyardan ve atladım çatıdan... Uçamamışım...

8 Mayıs 2012 Salı

Lekeli Kadın

Çam Sakızı,
Belki bir sabah geleceksin.
Ver elini İstanbul,
Kısmetin en güzeli...

3 Mayıs 2012 Perşembe

Ah Muhsin..

Yine Ah Muhsin Ünlü'den ufak bir kesit daha.

gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma
bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar
üç içbükey komodin silah çeker vurulur
sen gidersin, denklem düşer, ben aşk olduğumu ağlarım
bir kelebek konduğu yerde bir mayın olduğunu anlar.
ben dünyaya karşı durmak ile meşhurum
olma. yokluğun bulunmama larcivert lavlar akıtır.
nasıl çekip gitmiş bir şaman
çekip gitmiş, bir şaman değilse en çok
benim gibi sonsuz bir at
hiç koşmuyorken de attır.
biliyorum lir sızmıyor şakaklarımdan
ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar da yok
annem beni hep çok sevdi, kız gördüm mü ağlıyorum
modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.
mıknatıssız bir pusula olarak

1 Mayıs 2012 Salı

Umudunu yitirenlere.


Umut güzel birşeydir dostlarım. Eğer bir umudunuz varsa ona sahip çıkın. Kimsenin göremeyeceği bir yerde saklayın. İnsanlar sizin umutlarınız gördüklerinde yok etmek için elinden geleni yapıyor. Bunu bizzat yaşamış bir insan olarak söylüyorum. Umut bağladığım bir insan var. Çok güzel bir hayat için umut bağladım ona ve o bunu fark ettiği andan beri benim umudumu kırmak için beni düşürmek için bana zarar vermek için bir çok şey yaptı. Beni çok üzdü. Her defasında affettim, gururumu ayaklar altına aldım ve onu affettim. Ne onurum kaldı ne de kendime olan saygım. Ardından Kendime olan saygımı, onurumu, gururumu geri kazanabilmek için kabuğuma girdim. Ve o yine beni suçladı. Beni birkez daha kırdı. Tanrı biliyor ya, ben de biliyorum. Ona söylememe rağmen inanmadı ama umrumda değil. Tanrım biliyor, ben biliyorum. Benim umudum hala kırılmadı. Çamurlu yollardan geçti, üzerine yıldırım düştü, insanlar onu çiğnedi ama o hala sapasağlam ve bunu Tanrım biliyor, ben biliyorum. Hayat biraz garip ama unutmamak lazım gecenin en karanlık zamanı güneşin doğmasına en yakın andır. Ortalama bir insan ömrüne 70 yıl dersek. ohoo. :) Yazımı Ah Muhsin Ünlü (Onur Ünlü) den bir şiirle sonlandırmak istiyorum.

birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
otobüsler olacak, tirenler, bütün öldürülmüş cumhuriyet şehirleri
saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler, gideceğim
çığlıklarla düzülmüştür aşk şiirleri.
gideceğim ensk ökümde devlet denen şirk,
beb gözüğümde kent gördükçe kırılan gıçlar,
ve bir dizeyi haklar gibi terli ellerim
bu çağın açısını dik tutacaklar.

bana bir öpücük verin yoksa galip döneceğim
ufka bir kesin ordum akıverecek
elimde çözülecek makina ve cinayet
marşlar yazıp halkımla söyleyeceğim yoksa.

inanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın
çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum.
ipimden kurtulmuşum kaybediyorum.
birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
tanklar tank olup geçiyor üstümüzden
helvetius haklı, devlet şaşkın, piyanist kara
memleket sana rağmen ket vururken yarama
şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben
-ve emir "kun" diyor; doğuruluyorum-
"bu ülke"den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.
bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim
ikdildar tohmekecek sözüme yoksa
ve bir dizenin tan yerini ağartamsıysa
ellerini tutarım ki kudurtucudur.
bunun için gözlerinin meryem hali sevgilim
gözlerinin meryem hali gerçek yurdumdur
ki zuhrettiğinde ilk formuyla isa yeniden
ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorumdur.

ben bu çağdan bir kere de şerefimle geçeceğim
lazım gelen gülleri göğsüme gömmüşüm
birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
bunu daha çok küçükken bir filmde görmüştüm!

Bu arada William Tell huzurlu olursa yeniden inşa edecek o evi.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Merlin'in dün akşamki bölümü çok güzeldi. Arthur'un bi repliği etkiledi beni. "Guinevere bana ihanet etti! Ama ona hala aşığım." İzlenilesi dizi. Ah Muhsin Ünlü'nün "Gidiyorum Bu" Adlı kitabı da okunası. Tavsiye ederim.

27 Nisan 2012 Cuma

Mavi kurdele


Saflık kelimesine bir kurdele takmak isteseydim eğer muhtemelen rengi mavi olurdu.
Nefesin boğazında kalırdı o zaman, seni boğmaya çalışırdı kurdele.
Fonda klasik gitar ve bir ispanyol ritmi çalar, keskin bir şarap tadı bırakır algında.
Üflerdim tutkuyla, uçmaya başlardın, tutamazdım, ağlardım, gülerdim, ağlardım, gülerdim.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Kuyunun suyu


Gözlerin gördüğünden çok daha derin bir kuyudur bu aslında.
Ne sesler yankılanır içinde, yıllar önce çıkarılmış.
Ne sular vardır dibinde ki tertemizdir kuyunun dışı çamurlu olsa da.
Kuyudan bir kez su içersen eğer hep içmek istersin ve sanarsın ki kuyu hep orada.


Gözlerin gördüğünden çok daha uzak bir kuyudur bu aslında.
Niceleri denemiştir ondan tekrar su içmeyi, sırt çevirdikten sonra.
Kibirlenip de kuyunun suyundan devamlı faydalanacağını sanarsa insan.
Geç anlar yanıldığını, susuzluktan ölmek üzereyken bulamayınca kuyuyu.


Gözlerin gördüğünden çok daha temiz bir kuyudur bu aslında
İnsan biliyorsa bir kuyunun yerini. Aramamalıdır yenisini, bitmedikçe suyu.
Zira aynı tadı alamayabilir diğerlerinde. Çok kısa bir süre içerisinde midesi bulanabilir.
Bir çokları görmüştür, daha derin ve temiz kuyular bulduklarını sandıkları anda buldukları kuyuda su olmadığını.


Gözlerin gördüğünden çok daha narin bir kuyudur bu aslında
Vurmaya çalışırsan duvarına, çökebilir bir anda
Ve sakın düşme yanılgıya
Kuyu sana su verdi diye, kuyu sana ait oldu sanma!

1 Nisan 2012 Pazar

ben geldim

o kadar etkiledi ki sadece şarkıyı ve sözlerini paylaşmak istedim.




Yürüdüm yürüdüm çok yollardan geçtim inan çok büyüdüm..
Düşündüm düşündüm sebebini bulamadım neden neden neden çok üzüldüm?..
Aç kapını lütfen,çünkü ben geldim
Çok üşüdüm, çok soğuk yerden geldim
Bana bana biraz gülümser misin?
Kimseye sormadım,yolu kendim buldum geldim
Simsiyahların içinden sana karbeyaz geldim
Beni biraz sever misin? Ben geldim!..
Üstüm biraz tozlu, yolda çok düştüm geldim
Ellerim çizik üzgünüm, dikenliklerden geldim
Kalbim paramparça ama sana topladım geldim
Bir bilsen neler yazdım, hepsini yaktım geldim
Annemi bıraktım sana, kimsesiz geldim
Çocukluğumun söküklerini dikebilir misin?
İzin ver de oturayım lütfen, bacaklarımı çok yordum geldim
Kusura bakma üstüm ıslak, büyük yağmurlardan geldim
Anlatsam herşeyi, dinler misin?
Yanıma para almadım, beş kuruşsuz geldim
Yolda biraz acıktım ama sana,dayandım geldim
Hiç yokken hep olmak nedir,bilir misin?
Kendime.. devdim!devdim!devrildim geldim
Kardım,buzdum eridim,erittim geldim
Aşkı sırtıma aldım,taşıdım,evladım dedim
Açtım,soldum,sarardım geldim
Yandım, söndüm, kül oldum geldim
Ellerinle ellerime su dökebilir misin?
Yüzüme vurdu rüzgar yağmuru,daha çok dedim
Yağmur çarptı kendini bana, "bu yetmez" dedim
Kırılmış kanatlarıma birkez dokunabilir misin?
Taştım,dağdım,kum oldum geldim
Camdım,kayaydım, tuz buz oldum geldim.
Beni tanrı'ya tekrar inandırabilir misin?
Bin kere öldüysem, bin kere dirildim geldim
Canımdan can,kan verdim ama adını yaşattım geldim
Yedi kat yerin dibinden beni duyabilir misin?
Kimse inanmadı sana,bir ben taptım geldim
Dönecek yerim kalmadı, herşeyi mahvettim geldim
Şimdi beni biraz sever misin?
Ben geldim!

25 Mart 2012 Pazar

Biraz Acı sos



Üzerinde yaşadığımız toprak gibisinden lafları bundan bi 10 yıl sonra tamamen unutacağız sanrım. Çünkü dört bir yanımız yapaylaşıyor. İnsanların doğal ve gerçek olana karşı ilgisi tamamen bitmiş durumda. Günümüzde önemli olan şey yaptığın makyajın ne kadar yakıştığı. Ne kadar gerçeğe yakın olduğu.

Bu gerçeğe yakınlıktan kastım salt gerçek değil tabi ki. İkinci bir gerçek var. Gerçeğin yansıması olan ve kirlenmiş olan bir kavram bu. Birbirinin üzerinde güzel durmayan, mide bulandıran pis bir renk çamuru. Yürüdüğümüz sokaklar devamlı olarak belediye tarafından güzelleştirilme çabası içinde. Önce bir güzel her tarafı kazıp etrafı güzelce bir bok ediyorlar. Aradan geçen 2 ay sonunda şehrin bir bölgesinde onlara göre daha güzel bir görünüm var oluyor ve şehrin başka bir bölgesinde başka bir çalışma var oluyor. O çalışma bittikten sonra eski yerlerden birine düzenleme ardından yeni bir park. Seçim dönemi yaklaşıyor hadi yeni üst geçitler yapalım. Üzülerek söylüyorum ki Bu ülkede yaşayan 74 milyon'a yakın insanın 72 milyonunun bir beyni yok.

 Hümanist bir insan olmama rağmen öyle bir an geliyor ki bi arkadaşım sırf geri zekalı olduğu için onu vurasım geliyor. Ha bir de kendini zeki göstermeye çalışanlar var ki onlar doğrudan bir ölüm'ü hak edecek kadar şerefli insanlar değiller. İşkencelerin en büyüklerini onlar için hazırlıyorum. Çocukken oturduğum mahallenin dünyanın en kötü yeri olduğunu, diğer yerlerin çok daha güzel olduğunu düşünürdüm. Çizgi filmlerde beynime öyle şeyler aktarılmıştı ki, ileride çok büyük bir buluşa imza atacak olmam pek şaşırılacak bir durum değilmiş gibi hissediyordum. Bana devamlı hayatın ne kadar güzel olduğuyla ilgili bir propaganda yaptılar. Şaşırmanıza gerek yok size de aynısını yaptılar. Ben hayallerimi hep yüksek kurdum ve hep daha fazlasını istedim. Oysa ki elimde bundan daha fazlasını istiyorum diyebileceğim hiç bir şey yoktu. Yalnızca daha fazla, daha güzel, daha tatlı hayaller ekliyordum hayallerimin üzerine. Oturduğum sokakta ki çöp konteynerinin içindekinden daha fazlası etrafına saçılmış durumda. O çöplerin başında katı atık toplayıcıları yani çoğunuzun çöpçü diyerek iğrendiği insanlar, onlardan arta kalan yerlerde ise sokakta yaşayanlar (insan, hayvan).

Ahmet dokuz yaşında ve akşam yemeğinde patates kızartmasının yanında mayonez olmadığı için ağlıyor. Mehmet dokuz yaşında ve sabahtan beri birşey yemediği için ağlıyor, Mehmet patates kızartmasının tadını bilmiyor.  Peki burada suçlu olan Ahmet’in annesi mi? Tabiki hayır. Suçlu olan ne Ahmet’in ailesi ne de Mehmet’in ailesi. Suçlu olan tek birileri var, o da  HERKES. Hala Afrika da bir çocuk açlıktan ölüyorsa her gün savaşlar yüzünden binlerce insan ölüyorsa hepimiz onların katiliyiz. Hepimiz en az Hitler kadar Amerika kadar suçluyuz. 


Çünkü tüm insanlık olarak o tetiğin çekilmemesi için bir şey yapmıyoruz. Birey olarak üzülmem gereken şeyin arkadaşımın sevdiğim kıza yavşaması ve sevdiğim kızın da benle konuşmayıp onla dip dibe olması mı, yoksa Dünya’nın kötü gidişatı mı. İnternette ki yazışmalarında “mERhpâlAarR” yazan birine böyle yazdığı için kızmak onu küçümsemek ve geri zekalı şeklinde nitelendirmem mi gerekli yoksa onu doğru olduğuna inandığım şeye dönüştürmek için çaba mı harcamam mı. Eğer ikinci yolu tercih edersem o kişi belki de bundan sonra daha düzgün biri olacak ama şu var ki bu “düzgün kişi” kavramı benim düzgün kişi kavramım olacak peki bu bir tür tek tipleştirme çabası mıdır? Herkesi kendim gibi yapmaya mı çalışıyorum acaba? Anlatacak çok şeyim ve en az on katı kadar soracak şeyim var. Bu arada onunla bir daha konuşur muyum bilmiyorum ama yaptığı şeyler benden çok şey götürdü. 
Bir tane kurbağa vardı, öldü.

20 Mart 2012 Salı

Yarı otomatik salçalı makarna!

Bu yazıyı yazarken defalarca bu şarkıyı dinledim. Okurken dinlemeni tavsiye ederim.





Kendimi ifade etmekte zorluk çekiyorum. Defalarca şu anda okuduğunuz yazıyı silip baştan yazdım. Ve bu durum yalnızca şu an da olan bir şey değil. Yaklaşık 1 aydır böyle bu. Sevdiğim ve yanımda olmasını istediğim şeyleri tek tek kaybediyorum. Neden kaybediyorum peki ? Onlara iyi davranmaya çalıştığım için. Neden bilmiyorum ama çok saçma davrandığımı düşünüyorum. Bunu cidden yapıyorum. Bi varlığın size karşı bir sevgi potansiyeli vardır bunu başta hissedersiniz. Ve eğer o şeyi severseniz onun da sizi sevmesini istersiniz. Ben o varlığın beni sevmesini sağlamak için giriştiğim her eylemin sonunda o varlığın bana karşı olan sevgisinin biraz daha azaldığını hissediyorum. Devamlı düşüyormuş gibi hissediyorum. Kafamın içinde devamlı hüzünlü şarkılar çalmaya başladı. Kendi içimde depresif bir hale dönüyorum yeniden. Psikiyatrist'e gitmem lazım. Sakinleştirecek bir şeylere ihtiyacım var. Sigarayı günde 1.5 paket'e çıkardım. Ne kadar ironik, tam da bırakmaya niyetlenmiştim. Hayatımızda karar veremediğimiz şeyler olabiliyor. Aşık olmak için bi karar vermedim. Bu durumda olmak için de bi karar vermedim. Ama hayal kurmuştum. Böyle böyle olacak demiştim kendimce. Kurduğum hayallerden veremediğim kararlar kadar uzağım. Bilgilendirme olsun diye yazıyorum karar veremediğim çok şey var hayatımda. Bunlardan herhangi birisi mutsuz olmak değildi sanırım. Mutsuz olmanın kararını ben vermiş olabilirim ve eğer bu kararı ben vermişsem az önce söylediğim şeyin yalan olduğu ortaya çıkıyor. Demek ki bu durumda olmaya ben karar vermişim. Şimdi fark ettim yalnızca duygusal patlamalar yaşadığım zaman yazı yazıyorum bu blog'a.  Umarım bir gün ben de kendimi ifade edebilirim rahatça. Umursamayan insan rolünü oynayabilirim rahatça. Ama kusura bakma olmuyor. Mr T buna izin vermiyor sanırım. Umursamaz olamıyorum. Yaşadığım her saniyeyi seni düşünmekle geçiriyorum. Biliyorum, bunu öğrenmen senin benden uzaklaşmanı sağlayacak şeyler tarafına bir puan daha ekliyor. Belki de boğuyorum seni bu şekilde. Senden bunun için özür dilerim. Ben sadece senle mutlu olmak istiyorum. Sen yokken mutluydum aslında. Tabi bunu söylemem sen hayatımdan çıkarsan mutlu olacağım anlamına gelmez. Ancak şuna eminim ki. Sensiz mutlu olmaktansa senle mutsuz olmak daha güzel. Merak etme bu yazımdan sonra sana karşı farklı bir bakış açısı içerisine girmeyeceğim ya da senden bana karşı daha farklı bakmanı istemiyorum ama o telefonu kapatmasaydın belki de bunları telefondan söyleyecektim ya da sadece ikimizin karşılıklı olarak konuşabileceği bir zaman bulsaydım orada söylerdim. Ama sen benle yalnız konuşmayı da sevmiyorsun. İçinden gelmesi gerekiyor :) Keşke bana biraz değer versen. Eğer değer verdiğini düşünüyorsan sen değer verdiğin insanlara, değer vermediğin insanlara göre daha kötü davranıyorsun. İnsan birine iyi davranırken bunu karşılık beklemeden yapmalıdır herkese iyi davranmalıdır diye düşünüyorum (Aliye gibi istisnalar hariç) fakat senden bi karşılık bekliyorum. Seni bu kadar önemsiyorsam biraz daha önemsenmeliyim ya. Cidden bak. Çoğu insan kerevizi sevmez. Ben de sevmem. Ama seni seviyorum ve bence kerevize biraz daha değer vermelisin. Çünkü görünüşü o kadar güzel olmasa da onun içinde çok yararlı vitaminler var. Yazım hatası yapmışmıyım diye kontrol etmeyeceğim eğer yanlış yazdığım bir şey varsa üzgünüm. Bu arada biri de bi yazıma yorum yapsın arkadaş :)

8 Mart 2012 Perşembe


Sular içtim en berrak nehirlerden ki bir çoğu kuruydu
ne bir gürültü koptu derinlerden almak uğruna beyazlar
ne de bir koltuk altına sürülen yüze yakın fırçalar
sendin yalnızca, dört nala kanat çırpar bir kurt edasıyla uluyan.


Böyle bir dörtlükle başladığım yazıya devam etmek istemedim. Burada bitiriyorum.


Dinlemek isteyen olursa. Bu şarkıyla iyi gider.
Tracy Chapman - Talkin 'bout a revolution.

4 Mart 2012 Pazar

Midem yanıyor.

Dinlenecek şarkı



Hayatımız da ki tüm insanlar bizim hayatımızın yönlenmesinde rol taşır. Öyle ki sırf arkadaşlarınla beraber müzik yapmak çok eğlenceli diye mükemmel bir mimar olabilecekken hayatını müziğe adayabilirsin (Bu bir yanlış mıdır tartışılır). Ama bazı durumlar var ki o arkadaşlarınızın yaptığı şeyler içten içe onları öldürme isteği doğurur sizde. Bilmiyorum belki de sadece bende böyle. Çok düşünüyorum acaba çok şüpheci bir insan mıyım diye? Sanırım değilim. Bugün yaşadığım bazı olaylar beni mart ayının ilk yazısında bunlardan bahsetmeye itti. Hani bi laf vardır ya. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim diye. Benim durumum biraz bundan istisna. Bi örnek vererek durumu açıklamaya çalışacağım.

İki tane çocuk düşünün bunlar arkadaş. ve onların karşısında bi dondurma var. Bu çocuklardan birinin elinde çikolatalı dondurma var diğerinde yok. Karşıda duran dondurma da karamelli. Elinde dondurma olmayan çocuk o dondurmayı almak istiyor ve bunun için bir girişimde bulunuyor. Arkadaşı bunun farkında ama bi sebepten ötürü çikolatalı dondurmayı sevmiyor artık. Sonra dondurması olmayan çocuk bir de fark ediyor ki dondurması olan arkadaşı kendi dondurmasını görebileceği bir köşeye bırakmış ve diğer dondurmaya doğru yaklaşıyor. O, dondurmaya doğru yaklaşan ve önceden de dondurması olan piç, diğerinin daha önce hiç dondurması olmamasını, dondurmanın tadını bile bilmemesini umursamıyor. Ya da diğerinin karamelli dondurmayı istediğini bildiği halde o dondurmayı almak için atakta bulunurken arkadaşını(!) görmezden geliyor. çikolatalı dondurmanın sahibini öldürmek istiyorum.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ne kadar komik bir durum. Atmaya çalıştığı her adımda tökezleyip düşen bir bebek gibi görüyorum kendimi.
Tek bir fark var, her düştüğümde dizlerime çiviler saplanıyor. Her bişey yapmaya çalıştığımda durum daha da kötüleşiyor. Bilemiyorum belki de yeniden o eski kişi olmak gerekiyordur. Gözlerim hiç bu kadar acımamıştı. Sanırım bazı şeyler kendini gösterdiği anda acı veriyor, umut gibi, hayaller gibi, aşk gibi...

Bi an aklıma bu sayfa da ki hiçbir yazımda şiir yazmadığım geldi. Yazayım bitane.


Yine karanlık, parlıyor odamda
ve yine aynı sesler dönüyor beynimde
ama yok hiç birinde ne bir ritim ne de kafiye
tıpkı seni anlatmaya çalışmak için bir resim çizmek gibi
hem de hiç boya kullanmadan
vücudum bana ağır gelmeye başladı
oysa henüz sigaramı bitirmemiştim bile
bu haldeyken bile bi değişiklik yoktu
parlıyordu tüm odam aynı karanlıkla.

Güzel olup olmaması sikimde değil. Böyle olmasını istedim ve oldu.

aklıma birinin bi lafı geldi.
+Ben buraya oturdum, herkes buraya oturdu.
Benmerkezci gerizekalı ibne!!!

22 Şubat 2012 Çarşamba

Serenay'a ithafen


Yine Serenay okusun diye birşeyler yazdım. (o hep okuyor)

İnsanların bu kadar bencil olduklarını görmek beni çok üzüyor. Herkes kendi dünyasında yaşıyor ve kendi yarattıkları karaktere ters düşen şeylere yanlış gözüyle bakıyorlar. Bir insan'ın kendi yarattığı karakter her yerde bi punk'çı gibi dans ederken başka birinin diğer bir arkadaşıyla kendi aralarında çocukça şakalaşması o kişiye yapmacık geliyor. Eğer bir kişinin kesin bir doğrusu varsa, daha doğrusu o kişinin kendi tezi karşısında duran bir olgu varsa o kişinin tezi kişiye mutlak doğruymuş gibi gelir. Kendi tezinin karşısında duran her fikir yanlıştır ve saçmadır. Bu nedenle siz kötü olursun siz aptal olursunuz ama o kendi dünyasında mutlak doğruya ulaşmış bir bireydir.

İşte bu nedenle aramızda ki güven duygusu gitgide kayboluyor. Birbirimize içten gülemiyoruz, gülücüklerimizin çoğu şartlı refleks. Bilmiyorum, belki de bu sadece bende oluyor. İnsanların yanlarından geçerken çoğuna selam verip geçiyorum ve selamıma selam veren insanların (selam vermeyenler de oluyor) yalnızca bazıları gerçekten selam veriyor bana. Eskiden Merve'ye çok değer verirdim o da bana çok değer verirdi. Ama onun artık başka arkadaşları var başka dostları var. Bunu söylememin sebebi şu ki eskiden biriyle çok önemli bişey konuşurken bile Merve dönüp bana seslendiğinde direk muhabbetimi kesip onla konuşurdum. Ona değer verirdim ve ona değer verdiğim için başka kimseye öyle yakın olma ihtiyacı duymadım. Merve bir gün gitti ve bir daha geri gelmedi. Bedeni hala sınıfa gidip geliyordu ama ya artık bi ruhu yoktu ya da bana göstermiyordu. Ve sonuç olarak yalnız kaldım.

Yalnızlık deyince aklıma iki video geldi. Normal de daha yazmak isterdim ama. Bu iki video herşeyi yeterince anlatır bence.

Ali'nin 8 günü filminden.



Bana bir şeyhler oluyor oyunundan.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Yazsam yazsam ne yazsam


 Serbest çağrışım geldi aklıma bu yazıya başladığımda. Çünkü canım bişeyler yazmak istedi ama bu yazmak için yazmak değil. Yani bana göre bi insan bi konuya sahipse bişey yazmalı sırf bişeyler yazmak için kendini kasarak yazılmış olan yazılar güzel olmaz. Benim tabirimle ruhu yoktur onların. Ama bu öyle de değil. (Yazarken bi an da ama ile başlamak cümle düşüklüğüne yol açar mı diye düşündüm. Neyse $!*#&@ et .) Yani bişeyler yazasım var ama belli bir konuya sahip değilim. Müslüm Gürses'in Nilüfer isimli şarkısı çok güzelmiş, beğendim bayaa. Belki de ruh halim sabahtan bu saate kadar yavaş yavaş bu şarkının tonlarına geriledi buna emin değilim. Her neyse şu baş kısımda yaptığım lagaluga bitsin artık, biraz daha gerçek şeylerden bahsedelim.

Yaşamak ve Ölmek

Uyuşturucu yasal mı olmalıdır ?

Ben 6 yaşındayken sabah kalktığımda kahvaltı masasına oturunca canım bir şeyler yemek istemezdi, acaba Somali de 6 yaşında bi çocuk uyandığında ne yapıyor ?

Bawingl Thir isimli adamın garip hikayesi.

Aklımda şu 4 konu var hakkında yazmak istediğim. Hangi birini yazsam bir türlü karar veremedim o yüzden ilk yazdığımı yazmaya karar verdim. (Yine bi yanlış cümle kaygısı yaşadım)

Yaşamak ve Ölmek 

Bir nefes verirsin, sonra bir daha alamazsın. Tüm yaşadıkların, öğrendiklerin, çabaların, öğrettiklerin, sevdiklerin, gördüklerin, yediklerin, dövdüklerin, öptüklerin bir an da yok oluyor. Ne kadar garip ya. Çok ürkütücü bir şey. Bir daha yaşamamaktan ziyade bu kadar uğraşılarak kurulmuş bir hayatın yok olması düşüncesi daha çok üzer beni. Çok sevdiğim bir söz vardı. Tam olarak bu şekilde miydi, emin değilim. “Ekmeğin sert tarafını yiyemeyecek yaşa geldiğinde, yaşadıklarından çok yaşayamadıkların için pişmanlık duyuyorsun” İşte bu söz beni yaşamın her saniyesinden zevk almak için inanılmaz derece de teşvik ediyor. Zaten önemli olan şey bir hissin uzun soluklu olmasındansa olabildiğince üst seviye de olmasıdır. Yani yaşamak derken aslında ben yaşamak kelimesinin tam anlamını gösterebilecek bir biçimde yaşamaktan bahsediyorum. Dünya da ki bütün farklı yemekleri yemek istiyorum. Bütün farklı içecekleri içmek istiyorum. Bütün enstrümanları çalmaya çalışmak istiyorum. Bütün Dünya'yı gezmek istiyorum ama yapamayacağım. Yine de bu bahsettiğim şeylerin bir kısmını yani hiç yoktan ölünceye kadar yediğim en az 450 farklı yemek olsun. İçtiğim 1200 farklı içecek olsun. En az 40 farklı enstüman'ı çalmaya çalışayım. En az 10 ülkeyi gezeyim. İşte o zaman kendimi biraz daha gerçekte olması gerektiğini düşündüğüm yaşamak kavramına yakın hissediyorum. Sigarayı azaltmıştım ama yine günde 1 paket içmeye başladım. Yahu iyi de sigara içmek bana keyif veriyor. O zaman hiç kusura bakmayın ben Dünya'ya sağlıklı olmak için değil, yaşamak için geldim. Ve yaşadığım için kimse bana kızamaz. Saygılarımla.

9 Şubat 2012 Perşembe

Cehenneme Giden.

Aslında bu eski bir yazı. Öyle gezerken bilgisayarımda ki klasörlerin arasında fark ettim. Paylaşmak istedim.

Dinlenecek Müzik



Karanlık bir odanın içerisinde ki saatin çıkardığı ses, bir demircinin kızgın demire vurduğu çekiçti adeta hayallerimin içinde. Toplanmamış bir sofrada ki iki günlük yemek artıklarının salgılayabileceği kadar berbat ve bir o kadar da düşündürücü bir kokudan tiksinerek odayı toplamadan oradan uzaklaşmak gibiydi karanlık olan oda da oturmak. Ya da oturmaktı işte, yalnızca karanlık bir oda da oturmak. İçimde bir his var, ne olduğunu tam olarak bilmiyorum.Sanırım bu karanlık odanın içerisinde birkaç yıldır oturuyorum. Düşünüyorum, nefes alıyorum, konuşabiliyorum hatta yürüme yetisine bile sahibim.Peki neden hiçbir işlevimi gerçekleştirmeden yalnızca oturuyordum? Sebebi açık değil mi? Oturuyordum işte, karanlık bir odanın içerisinde, bir başıma ve sessizce.

Saatin sesini susturmak için pilleri çıkarmak gerekiyordu ve ben de ayağa kalkıp o pilleri çıkardıktan sonra kapının eşiğinin altında ki ışığı görüp bir merakla kapıya yönelebilir, kapıyı açabilirdim. Oysa ben değil saati susturmayı düşünmek, saate bakmadım bile. Beni bu odaya son kez kapatan şey bir öncekinden farklı değildi ve tabi ki birazdan bu odadan çıkmamı sağlayacak sebep de yine aynı. Nedense bir sıcaklık hissetmeye başlamıştım, yavaş yavaş artan bir sıcaklık. Bi kaç kas hareketi sayesinde üzerimdeki tişörtü çıkarabildim. Bir süreliğine rahatladım, ardından sıcaklık yine artmaya ve beni rahatsız etmeye başladı. Aslına bakarsanız rahatsız olan bişey vardı ama o ben değildim. Zamanında beni bu karanlık odaya kapatan içimde ki karanlık, rahatsız olmaya başlamıştı. Ardından duvarda ki saatin çekiç misali gürültüsünden başka her sesi unutmuş olan kulaklarım, bir ses anımsadı. Birisi gülüyordu. Yüzümde anlamsız bir ifade oluştu. O kişinin neye güldüğünü bilmeden ben de gülümsüyordum. Ses kapının arkasından geldi. Ayağa kalkmak için yeltendim. İçimde ki karanlık bir anda oturduğum yere itti beni ve kulağıma bişeyler fısıldadı. Bana dedi ki “Ne kadar bencil bir varlık olduğunu unuttun mu? Sen değilmiydin seni sevmemesine rağmen belki olur diyerek 9 ay bekleyen. Sen değilmiydin ona saçma sapan sevgi sözleri söyleyen. Sen değilmiydin geceler boyu sırf seni sevmiyor diye ağlayan. Bencilsin, hem de çok bencil.” bir an da beynimden vurulmuşa döndüm, haklıydı. Çok bencillik yapmıştım ve kötü bir insan olmuştum. Yalnızca bir ütopyanın peşinde koşuyordum. Seviyordum ve bir salak gibi sevilmeyi bekliyordum. İçimde bir ses vardı. Bu sesi duymuyor adeta hissediyordum “Sakın ümidini kaybetme. Nasıl bir bebek yürümeyi defalarca dener ama çoğu deneyişinde ilk adımda yere düşerse, sen de sevilmeyi denedin ama ya ilk adımda düştün ya da ikinci adımda. Ne zaman ki bebek düşmekten korkmaz, herşeye rağmen yürümeyi dener, işte o zaman yürür. Artık korkma düşmekten. Bu bir ütopya değil, kendinden emin ol ve kalk ayağa. Bu sefer olacak.” Odanın içerisinde ufak bir ışık gördüm. Işık, köşede ki kapının altından geliyordu. O ufacık ışık benim içimi bir an da aydınlatıvermişti. Ellerimle, oturduğum koltuğun başlarından tuttum ve biraz zorlanarak da olsa ayağa kalkmayı becerdim. Yürüdüm, iki üç adım sonra tökezledim, ama her adım da, ışığa daha da yaklaşıyordum ve içimde ki ümit besliyordu cesaretimi. Bir anda doğruldum ve yürüdüm. Kapıya ulaştığımda tereddüt ettim. İçimde ki karanlık kendini bir daha gözükmek için kalbimin derinliklerine saklanmadan önceki son sözlerini söylüyordu. “Gitme” diyordu, “Aynı acıları yeniden yaşayacaksın, bu sefer çok daha büyük bir pişmanlıkla.” Tam o an da bir şekilde istemsiz olarak açtım kapıyı. Yeniden doğmuştum. Gözlerim ilk defa görüyordu, kulaklarım net olarak işitebiliyordu artık o gülücükleri.

Karşımda bir insan, bir kadın, bir melekti adeta. Milyonlarca insan vardı kapının dışarısında. Belki de karşımdakinden çok daha yüksek ihtimali olan beni sevmek adına, ama gözlerim görmüyordu bir başkasını ki kulaklarım da işitmiyordu zaten ondan başkasını. Bedenim hareket etmeye başladı. Hareketlerim hızlandı. Yanına vardığımda ise konuşma yetisini kaybettiğimi düşünürken, çoktan çatlamış olan kuru dudaklarımın arasından tek bir kelime çıktı. Merhaba! Çevirdi kafasını doğruca bana ve baktı bir süre suratıma. Korkmaya başladım. Yo hayır. Bu olmamalıydı. Bir kez daha olamazdı, eğer bu böyle olacaksa neden çocukken anlatılan masallarda farklıydı. Yoksa masallar, masallar yalan mıydı, ya da tek yalan ben miydim, sessiz ve karanlık odasında, bir daha kapıyı asla açmamak adına, bağlarken kendini eski bir koltuğa.

Bu yazı için uygun şarkı bulamadım.


Bir süredir canım sıkkın. İçimde devamlı düşüyormuşum gibi bir his var. Nedense bir türlü mutlu olamıyorum. Yani burada bahsettiğim mutluluk öyle 2-3 dakika güleyim edeyim değil. Şöyle harbi harbi rahatlamaktan bahsediyorum. Aslına beni bu duruma sokan benden başkası değildi. Çok sevdiğim bi şair var onun bi şiirinin ilk cümlesiydi “Ben ara sıra aşık olurum”. Ben de ara sıra aşık olurum. Fakat şöyle bir tezat durum var ki ben bir şeyi istersem elde ederim ama o şeye aşık olursam kesinlikle o şey benden olabildiğince uzağa gider. Bi film de mi vardı şöyle bir replik tam hatırlayamıyorum ama seviyorum bu repliği de. “Küçükken ailemizden sevgi görmediğimiz için her başımızı okşayanı aşk sanıyoruz.” Evet ben çoğu defa başımı okşayan bi el gördüğümde aşık oldum ona. Ama sonuncusu biraz farklıydı. Yani diğer tüm aşk ilişkilerimde başından beri içimde bir umut vardı belki bişeyler olur diye. Ama bu sefer o da olmadı. Çünkü onun karmaşık dünyasında bana yer yoktu. En azından o pozisyon için. Doluydu belki de o yer. Her neyse pek de umursamadım bu durumu sevdim ben yine içten içe. Fakat kendimde şöyle bir yanlış gördüm ki ben onun yanında olunca çocuklaşıyorum. Kendimi rahat hissedemiyorum ve ona kendimi sevdirmek isterken saçmalıyorum. Hani 7-8 yaşında ki erkek çocukları bi kızdan hoşlanıyordur da kendini ifade etmeye çalışıp ifade edemeyince de bağırır çağırır kız da ondan kaçar ya. Bizimkisi de o misal. Farkındayım çoğu zaman onu kırdığımın, bazen onu incittiğimin. Ama bu durumumun altında yılların birikmişliği var. İşin aslına dönersek böyle ergen ergen bişeyler yazmak istemezdim hatta küfür etmek de istemezdim ama sikerim öyle işi babacım. Aşığım, karşılık bulamayacağımı biliyorum ve her geçen dakika onu kendimden daha da uzaklaştırıyorum... Lanet olsun.

5 Ocak 2012 Perşembe

Copyleft

Yazıyı şu müziği dinleyerek okursanız hoş olur.

Hepimiz görmüşüzdür internet (Örütbağ) sitelerinin en alt kısmında buna benzer bir yazıyı. Örnek olarak;

şeklinde.

Genel olarak bunu bilmeyen varsa da az buçuk tahmin edebiliyordur ne olduğunu. Bilmeyenler için wikipedia da ki copyright maddesi şöyle diyor. "Telif hakkı, herhangi bir bilgi veya düşünce ürününün kullanılması ve yayılması ile ilgili hakların, yasalarla belirli kişilere verilmesidir. Kısaca, orijinal bir yapıtın, eserin kopyalanmasına veya kullanılmasına izin vermeme hakkıdır."


Bilgi veya düşünce ürününü izinsiz kullanamazsın, yayamazsın !


Nasıl yani ya dedirten bir şeydir bu copyright muhabbeti (en azından benim için) Şimdi ben bir müzisyenim diyelim. Bir şarkı yapıyorum, ortaya bir sanat eseri çıkarıyorum ve sanatımı parası olmayan kimseye dinletmek istemiyorum hatta parası olmadığı halde bunu dinleyen densizlere (!) dava açıp bir de onları güzelcene sömürüyorum. Baanne karşim, ben sanatı para için yapıyom demek ki.


Tabi biraz abartılı bir dille anlattım ama yoksulluk sınırı 3 bin 197 lira olan ülkemiz de her iki kişiden birinin iktidarı desteklediğini düşünürsek pek de abartmıyorum...


Ben bi sigara almaya gidiyorum, gelince devam edicem yazmaya (Bu arada bunu buraya yazmama gerek yoktu ama yazmak istedim)


Peki nedir Copyleft ?


Ben bu copyleft yazısını ilk olarak çok sevdiğim müzik grubu Bandista'nın sayfasında görmüştüm. Copyleft kısa bir deyimle eser sahibinin haklarından feragat etmesidir. İyidir, hoştur, candır copyleft. Bana kalırsa zaten eser sahibinin bir hak iddia etmesi saçmalıktır. Ulan insanlar rahatça ulaşamayacaksa ne anlamı var sanatın. Bu nedenle yaşasın korsan müzik, film, kitap, oyun vb. diyorum.


Ha bu arada bu yazının hakları da copyleft...  

Bende de var.

Uzun süredir kendi çapımda yazılar yazıyorum sadece kendim için. Daha doğrusu insanların görüp de bir yorum yapmasını, kendince benim yazdığım şeyleri değerlendirip olumlu ya da olumsuz düşünmesini istemediğim için.

Bu bir tür korkaklık mı ?

Belki de evet. Utanıyorum belki de, yani bu şekilde insanların benim gerçek anlamda ne hissettiğimi bilip o şekilde bana zarar verecek biçimde davranışlar sergilemesinden. Ama artık benim de bi blog'um var. Ziyaretçim olur mu olmaz mı bilmiyorum, gerçi umrumda da değil. Beni yazdığım şeyleri insanlarla paylaşmam konusunda farkında olmadan cesaretlendiren Mehtap'a da çok teşekkür ediyorum buradan. Hadi bakalım, bindik bir alamete gidiyoz kıyamete.


Bu arada başlığa ilham kaynağı olan bu videoyu da paylaşmak istedim.
Bende de var, sanki sende tek kalp var...