14 Mayıs 2012 Pazartesi

Papatyalarla Savaşım

Ayaklarımın altında acımasızca ezdiğim ufak çakıl taşları rahatsız ettiği için yerimi değiştirmiştim. Müziğin sesi kısıktı ama dinleniyordu. Hava kararalı 20 dakika olmuş hafiften esen rüzgar vücudumu okşayarak geçerken elimde ki sigarayı aşağı düşürdü. Rüzgara dayanamadı sigara ve yere düşmesi tam 5 saniye sürdü. Bitmek üzere olan bir sigara izmariti için önemli bir zaman dilimi. Daha önce hiç insanlara böyle bakmamıştım. Az önce yere düşen sigara izmariti kadarlar. Herkes bi telaş içinde biyerlere ilerliyor. Acaba bişey mi oldu diye bir soru belirdi kafamda. Saat 20:52. Bu saatte neden bu kadar telaşlı bu insanlar. Daha sonra telaşlı yürüyenlerden biri olan sarı gömlekli bir çocuk bir anda durdu. Tam olarak Benim durduğum yerin aşağısındaydı ve birden bana döndü bakışları. O durunca etrafında ki diğer insanların telaşında bi azalma gördüm. Arabalar yoldan çıkmaya başladı, geri dönüyorlardı. Az önce nerdeyse koşarak sol tarafa doğru ilerleyen yaşlı bir amca geri döndü ve inanılmaz yavaş bir biçimde o ve geriye kalan tüm telaşlılar çocuğun durduğu yere doğru ilerledi. Anlam veremediğim bir ışık hüzmesi arkamdaydı ve aşağıyı aydınlatıyordu. Neden bu kadar insan aynı yere toplanmıştı. Binanın balkonlarına bakmaya çalıştım acaba orada mı bişey oldu. Lanet olsun insanlar balkondan bana doğru bakıyor. Gözlerinden çıkan enerjiyi bütün damarlarımda hissedebiliyordum. Bir an da birşey oldu. Aşağıda ki kalabalık anlam veremediğim bi biçimde papatya tarlasına dönüştü. Bütün binaların yerini kocaman ağaçlar aldı. Eskiden kilise’nin olduğu yerde Kasımpatı çiçekleri vardı. Ben ormanda ki en büyük ağacın üzerinde ayağa kalkmış ve ellerimi iki yana doğru açmıştım. Çıplaktım ve kendimi çok özgür hissediyordum. Arkamdan yumuşak bir rüzgar geldi ve o rüzgarla kanatlandım, papatya tarlasına doğru yumuşak bir inişe geçtim. Yaklaşık 20 saniye sürdü inişim. Herşeyin yavaşladığını görebiliyordum. Uçan kuşlar engin denizlerde ki minik dalgalar gibi kanat çırpıyorlardı gök yüzünde. Papatyaların süslediği ve arkamdaki ışıkla aydınlatılmış olan bu düzlüğe inerken ışığa doğru döndüm ve gözlerim kamaştı ışıktan. O kadar parlak bir ışıktı ki o, artık tamamen kapalıydı gözlerim. Yine de hissedebiliyordum kollarımın ve bacaklarımın arasından geçen rüzgarı. Sonunda yere indim ve papatyalar birer mayın gibi patladı. Hatırladığım son şey buydu. Gözlerimi açtığımda bi ağaç oyuğunun içindeki damarlardan birinin üzerinde uzanırken gördüm kendimi. Yanımda bi sincap vardı ve solumda ki ses çıkaran kestanelerle ilgileniyordu. Yavaş yavaş ağaç oyuğu soğuk duvarlara dönüşmeye başladı. Üzerine yattığım bir ağacın damarı değil bir hastane yatağıydı suratımda ve vücudumda yapraklar olduğunu sanıyordum oysa ki onlar az önce kestane sandığım yaşam ünitesinin besleme cihazlarıymış. Sincap bir an da hemşireye dönüştü. Konuşuyordu “Belinle beraber tam 14 kemiğini kırmışsın ama iç organların zarar görmemiş, şanslı adamsın” İşte o an tüm hikaye daha berrak bir şekilde gözümün önüne gelmeye başladı. O gün Jamie Lull’ile birlikte bir çay bahçesinde kahve içiyorduk. O bana itiraflarda bulunmaya başladı ve ben tüm yaşantımı bağladığım Jamie Lull’un aslında beni kullandığını öğrendiğimde cüzdanımı kasaya doğru fırlatarak eve kadar koşmuştum. Bulduğum bir şişeyi içki sanarak yanıma almış ve çatıya çıkmıştım. Eve girerken çıkardığım ayakkabılarımı evden çıkarken giymediğim için çatıda ki çakıl taşları ayağımı acıttı ve ben de çatının duvarına çıkıp bir sigara yaktım. Aşağıdan bir rap çetesi geçiyordu son ses müzik açmışlardı onları görmeye çalışırken düşecek gibi oldum ardından dengemi sağladım ama sigaram düştü ardından arkamda ki reklam tabelası beni aydınlatmış olacak ki yolda beni gören herkes olduğum yere doğru koşturmaya başladı bir elimde ispirto şişesi vardı diğer elimle onlara hareket çekiyordum. Bir Kartal olup kaçmak istedim bu diyardan ve atladım çatıdan... Uçamamışım...

8 Mayıs 2012 Salı

Lekeli Kadın

Çam Sakızı,
Belki bir sabah geleceksin.
Ver elini İstanbul,
Kısmetin en güzeli...

3 Mayıs 2012 Perşembe

Ah Muhsin..

Yine Ah Muhsin Ünlü'den ufak bir kesit daha.

gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma
bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar
üç içbükey komodin silah çeker vurulur
sen gidersin, denklem düşer, ben aşk olduğumu ağlarım
bir kelebek konduğu yerde bir mayın olduğunu anlar.
ben dünyaya karşı durmak ile meşhurum
olma. yokluğun bulunmama larcivert lavlar akıtır.
nasıl çekip gitmiş bir şaman
çekip gitmiş, bir şaman değilse en çok
benim gibi sonsuz bir at
hiç koşmuyorken de attır.
biliyorum lir sızmıyor şakaklarımdan
ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar da yok
annem beni hep çok sevdi, kız gördüm mü ağlıyorum
modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.
mıknatıssız bir pusula olarak

1 Mayıs 2012 Salı

Umudunu yitirenlere.


Umut güzel birşeydir dostlarım. Eğer bir umudunuz varsa ona sahip çıkın. Kimsenin göremeyeceği bir yerde saklayın. İnsanlar sizin umutlarınız gördüklerinde yok etmek için elinden geleni yapıyor. Bunu bizzat yaşamış bir insan olarak söylüyorum. Umut bağladığım bir insan var. Çok güzel bir hayat için umut bağladım ona ve o bunu fark ettiği andan beri benim umudumu kırmak için beni düşürmek için bana zarar vermek için bir çok şey yaptı. Beni çok üzdü. Her defasında affettim, gururumu ayaklar altına aldım ve onu affettim. Ne onurum kaldı ne de kendime olan saygım. Ardından Kendime olan saygımı, onurumu, gururumu geri kazanabilmek için kabuğuma girdim. Ve o yine beni suçladı. Beni birkez daha kırdı. Tanrı biliyor ya, ben de biliyorum. Ona söylememe rağmen inanmadı ama umrumda değil. Tanrım biliyor, ben biliyorum. Benim umudum hala kırılmadı. Çamurlu yollardan geçti, üzerine yıldırım düştü, insanlar onu çiğnedi ama o hala sapasağlam ve bunu Tanrım biliyor, ben biliyorum. Hayat biraz garip ama unutmamak lazım gecenin en karanlık zamanı güneşin doğmasına en yakın andır. Ortalama bir insan ömrüne 70 yıl dersek. ohoo. :) Yazımı Ah Muhsin Ünlü (Onur Ünlü) den bir şiirle sonlandırmak istiyorum.

birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
otobüsler olacak, tirenler, bütün öldürülmüş cumhuriyet şehirleri
saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler, gideceğim
çığlıklarla düzülmüştür aşk şiirleri.
gideceğim ensk ökümde devlet denen şirk,
beb gözüğümde kent gördükçe kırılan gıçlar,
ve bir dizeyi haklar gibi terli ellerim
bu çağın açısını dik tutacaklar.

bana bir öpücük verin yoksa galip döneceğim
ufka bir kesin ordum akıverecek
elimde çözülecek makina ve cinayet
marşlar yazıp halkımla söyleyeceğim yoksa.

inanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın
çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum.
ipimden kurtulmuşum kaybediyorum.
birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
tanklar tank olup geçiyor üstümüzden
helvetius haklı, devlet şaşkın, piyanist kara
memleket sana rağmen ket vururken yarama
şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben
-ve emir "kun" diyor; doğuruluyorum-
"bu ülke"den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.
bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim
ikdildar tohmekecek sözüme yoksa
ve bir dizenin tan yerini ağartamsıysa
ellerini tutarım ki kudurtucudur.
bunun için gözlerinin meryem hali sevgilim
gözlerinin meryem hali gerçek yurdumdur
ki zuhrettiğinde ilk formuyla isa yeniden
ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorumdur.

ben bu çağdan bir kere de şerefimle geçeceğim
lazım gelen gülleri göğsüme gömmüşüm
birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
bunu daha çok küçükken bir filmde görmüştüm!

Bu arada William Tell huzurlu olursa yeniden inşa edecek o evi.